16 Haziran 2010 Çarşamba

MAURICE MERLEAU-PONTY Algılanan Dünya, Sohbetler

Algılanan Dünya, Maurice Merleau-Ponty’nin 1948 yılında Fransız radyo yayını programında okuduğu “sohbet”lerden oluşan bir kitaptır. Merleau-Ponty kitabında algının dünyasını açıklarken, bu dünyanın modern sanat ve düşünceyle nasıl yeniden keşfedilebilineceğini göstermeye çalışıyor.

Gerçek, salt özellikleri iyi tanımlanan ve anlatılan mı yoksa algı dünyamızda betimlenen şey midir? Duyular, algımızın renkleri veya yansımalar bizi gerçek doğruya ulaştırabilir mi? Bunların hepsi dış görünüşler değil midir? Descartes’ınkı gibi sadece zihne bel bağlayan ve duyularımızı hiçe sayan bir yöntem doğru mudur? Merleau- Ponty’nin balmumu örneği tüm bu soruları cevaplıyor aslında. Örneğinde, balmumunu beyazımsı renkte, hafif çiçek kokusu olan ve yumuşak olan tanımlıyor. Ama biz bu tanımlamaları getirdiğimizde ortaya çıkan şey tam anlamıyla ‘balmumu’ olmuyor. Çünkü balmumu tüm bu özelliklerini kaybetse de yine balmumu olmaya devam ediyor. Duyusuz tanımlamayla, yani salt özelliklerini sıraladığımızda, kafamızda o ‘şey’ oluşamıyor. O ‘şey’in kafamızda oluşmasını, onu hissetmemizi, daha iyi kavramamızı ve anlamamızı sağlayan algımızdır. Ya da limon örneğinde olduğu gibi, limon sarı renktedir, tadı ekşidir. Limonun sarı olması ekşiliğini çağrıştırabilir. Bu konuda Goethe’yi baz alan modern psikoloji de niteliklerin kesin çizgilerle birbirinden ayırmak yerine, onların birbiri içinde eşleşmesini benimser. Dolayısıyla, bir niteliği insan deneyimi içerisinde değerlendirirsek, o niteliğin kendisiyle ilgisi olmayan başka nitelikleri de çağrıştırması da anlaşılır bir durumdur.

Klasik düşüncede resmin, geometrik perspektif kurallarına dayanan, hiçbir duyu gelişimi sonrasında oluşan farklılığı kabul etmez. Oysa ki, modern düşüncenin sanatçısı olan Cézanne, resmi; konturları çizilmiş ‘şey’in içini doldurarak ve onu algıdan uzak, perspektif açısından olması ve durması gerektiği yerde resmederek değil de, nesnenin konturunun bitişini ve biçimini doğanın bize sunduğu şekilde yani renklerle oluşturmak ister.

Klasik düşünce hayvanların, çocukların, ilkellerin ve delilerin üzerinde pek fazla durmaz. Çünkü klasik düşüncede “yetkin insan” vardır. Yetkin insanın görevi Descartes’ın da dediği gibi doğanın sahibi ve hakimi olmaktır. Dolayısıyla, klasik düşüncede yetkin insanın bir tutarlılığa sahip olması esas alınır. Ama, aslında böyle bir şey yoktur. İnsanın tutarlılığı gerçekte asla ulaşamadığı bir düşüncedir. Çünkü tutarlılık bir sınırdır ve hayat kendi üzerine kapanamaz.

Klasik düşüncenin, ‘şey’le ilişki kurma yolunun daha toplu ve edepli, bireyle iletişime izin vermeyen ve ona karşı mesafeli durmasına karşılık, modern düşüncede, kişi sanatla veya objeyle iletişim kurmalı, onunla iç içe geçmeli ve onu sorgulamalıdır. Bu düşünce esas olarak ikircikli duruşu kabullenir. Çünkü, ‘şey’le kaynaşma ancak ondan şüphe duymakla başlar ve bu duygu insanı araştırmaya ve sorgulamaya yöneltir. Ayrıca, modern düşünce huzur bulmak için kolaylıkla açık seçik düşüncelere bel bağlamayı dürüstlükle bağdaştıramıyor. Örneğin, klasik düşünceye karşı duran Cézanne, resimde geometrik perspektif kullanımını anlamsız bulur. Nedeni, onun için esas olan manzaranın ya da portrenin gözlerimizin dibinde nasıl doğduğunu yansıtmak ve çözümleyici bir yaklaşımın ötesinde görsel algı deneyimimizin verdiği duyguya ayak uydurmaktır. Dolayısıyla, resim algımızın her değişimine tepki gösterir, onunla iletişime geçer ve bunu kısıtlamaya çalışan perspektif kurallarını reddeder.

Klasik düşünce kesinlik barındırır. Şüpheye yer yoktur. Tıpkı, Descartes’ın ruhu tanımlaması gibi. Descartes’a göre ruh, kesinlikle bir ‘şey’ değildir, çünkü uzamda yer almaz, yayılımı yoktur. Böylece Descartes saf ruh kavramına ulaşmış olur. Ancak, modern düşüncede saf ruh insanın sadece kendisindedir. Başka insanların davranışları, sözleri, vücudu onların diğerine göre saf ruha sahip olmasını engeller. Çünkü diğeri olarak düşündüğümüzde hiçbir zaman o insanı salt ruh olarak algılayamayız. Bu anlamda, vücudu onun manevi portresini çizer. Bir insanı yüzlerce tanımla anlatmak, o insanı bir dakika görmekten daha etkili olmayacaktır. Dolayısıyla, insana dışarıdan bakmak onun ruh-vücut ayrımını kavramamıza yeterli olmayacaktır.

Modern bilinç oluşumu, yani insanların her konuda tartışmaya açık olması, düşüş halindeki insanlığın bir ürünü değil de, yaşantısını artık sınırlarla tariflemeyen ve gelişen kaynaklarla kendi kendine beslenen, çevresiyle ilişki kuran, sorgulayan ve kendi kendine de seslenebilen insanlığın ürünüdür. Eğitim sisteminin buna yardımcı olmasıyla beraber her disiplin bu şekilde ele alınıp, yorumlanırsa, gelecek hakkındaki kaygıların daha hızlı bir ivmeyle azalır. Bu bağlamda, mimarlık disiplini de sadece analitik çözümleme yapmadan, algıyı ön plana çıkaran bir tasarım bakış açısı ile yapılandırılırsa çok daha başarılı sonuçlar verecektir.

2 yorum:

  1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. Merhaba,
    Çok güzel bir yazı ve önemli bir isim Merleau Ponty

    Daha sonra niye yazı ve kaynaklarınızın devamı gelmedi merak ettim?


    http://sosyalmedyamacerasi.blogspot.com/

    YanıtlaSil