16 Haziran 2010 Çarşamba

THEODOR W. ADORNO Valéry, Proust ve Müze, Sanat Müzeleri II (derl. Ali Artun)

Valéry, Proust ve Müze, Theodor W. Adorno’nun 1955 yılında modern toplumsal ve siyasal hayatın, mo­dern kültürün müze­deki temsillerini, farklı iki sanatçı bakış açısı üzerinden inceleyen ve düşüncelerin tezatlığını diyalektik bir dille anlatan, sonrasında da Adorno’nun bu konudaki yorumunu içeren bir kitaptır.

Müze sözlük anlamı olarak; sanat ve bilim eserlerinin veya sanat ve bilime yarayan nesnelerin saklandığı, halka gösterilmek için sergilendiği yer veya yapı olarak tanımlanır. Tanımında da görüldüğü üzere, müzelik nesneler bir ihtiyaçtan değil de salt tarihe duyulan itibardan dolayı saklanır ve kendi aile mezarlıkları olarak da adlandırabileceğimiz müzede sergilenirler. Ancak bu durum, yani eserlerin kendi ortamların koparılıp bir araya getirilmesi ve sergilenmesi, kendi ortamlarında olmalarından bağımsız şekilde rahatsızlık vericidir.

Bu durumu en iyi iki sahih şairi, Paul Valéry ve Marcel Proust açıklar. Bu konudaki görüşleri taban tabana zıttır.

Valéry’nin vurgulamak istediği durumu en iyi açıklayan örnek Paris’teki Lourve Müzesi’dir. O, müzenin kurallarını ve atmosferini çok sınırlayıcı bulur ve kendi üzerinde bir baskı oluşturduğuna işaret eder. Müzeye neden gittiği sorusuna yanıt olarak eğitim, görev veya haz aramak nedenleri sıralar ve müzeyi yorgunlukla barbarlığın buluştuğu yer olarak tanımlar. Savlarında eserin güzelliğini nadide ve biricik olması ile o denli değişik olmasına bağlar. Dolayısıyla, böyle bir eserin de onu çevreleyen ‘diğerleri’ni öldürdüğünü savunur ve bunun ölmesi durumunda sanat-kültür mirasının yok olacağını düşünür. ‘Diğerleri’yle birlikte sergilenme durumunun seyircide uyandırdığı tek duygu yüzeyselliktir. Bu durumdan kurtulmak için eser, kendi ortamında, üretildiği bağlamda sergilenmelidir. Dolayısıyla, mimarlığı resim ve heykel sanatlarının annesi olarak tanımlar ve müzede sergilenen eserlerin bu anlamda annelerini kaybettiğini düşünür.

Proust, Valéry’nin tüm bu düşüncelerinden habersiz ve bağımsız olarak düşüncelerini Monet’in ünlü eseri Saint-Lazare Garı’nın yorumlamasıyla anlatır. Proust’a göre, nasıl ki istasyonlar hayatın akışının durakları gibi kabul edilirlerse, benzer şekilde müzeler de eserlerin yaşamındaki duraklardır. İkisinde de eylem, nesnelerinin alışılageldik yüzeysel çerçevesinin dışında kalır ve ikisi de ölüm sembolizminin taşıyıcısıdır. Dolayısıyla, sanat eserlerini gerçekte bulundukları çerçeve içinde göstermek, onların özünü ve gerçeklikten yalıtılmış zihinsel edimini yok eder. Müze salonu tüm soyutluğuyla sanatçının eserini yaratmak için kendini soyutladığını iç mekanı daha iyi simgeler.

İki şair için de sanat eserinin mutluluk vermesi bir önkoşuldur ve bu haz duygusu ikisi için de daima şüpheli olmuştur. Hatta eserler arasında bulunan ve rekabetin hazzına eşlik eden ölümcül düşmanlık konusunda hemfikirdirler.

Ancak, Proust böyle bir düşmanlığı onaylarken ve eserler arasındaki rekabeti onların hakikati olarak görürken, Valéry bu duruma eserin ancak kendi içindeki derinliğine ulaştığı anda kazandığı perspektifte hayat bulduğunu ve bu durumun eserleri fetişleştirdiği savunur. Dolayısıyla, eserlerin müzede sergilenme durumunda, onların kalıcılığından duyulan endişe Valéry için çok önemli iken, Proust bu yaklaşımı hoşgörü ile karşılar.

Valéry’e göre saf eser, şeyleşmenin ve nötrleşmenin tehdidi altındadır. Müzede onu tesirine alan şey de budur. İçindeki o rasyonalist ruhla, sanatın ‘o hali’nin tekrarlanamaz olduğunu savunur ancak eserlerin o bağlamda sergilendiğinde tekrar ‘o hal’ içinde olup olmadıkları konusunda açıklama yapmaz.

Proust ise bir sanat meraklısıdır ve sanat eserlerine içten bir saygı duyar. Valéry kendini ne kadar atölye ortamına yakın buluyorsa, Proust da bir o kadar sergideki avarelik durumundan hoşnuttur. Dolayısıyla, Proust eserlerin biçimsel yasalarından bir düzeyin varlığını ayrımsar ve bu düzey ancak tarih spektrumu içinde ortaya çıkan bir düzeydir. O, eserlerin müzedeki yaşamlarını ölümden sonraki hayat olarak algılar ve müzeler de onların ev sahipleridir. Hatta, sanattaki estetik kaygı için ikincil bir tutum takınır.

Adorno’nun bu konudaki görüşü ise, nesnenin fetişleştirilmesi ve öznenin kendine meftun olması arasındadır. Proust, nesnel mutluluk için müzelere sıkı sıkıya bağlıyken, Valéry sanat eserlerin nesnel taleplerinden ötürü kültürü feda eder. Dolayısıyla, Adorno’ya göre sanat eseri nesne ile özne arasındaki bir kuvvet alanıdır. Sanat eserinin ömrünü bitiren şey, onun kendi hayatıdır. Eserler ancak onları besleyen bağlamdan koparıldıklarında ‘mutluluk vaadi’ne dönüşürler. Müzeler kapatılamaz. Ancak sanatla kurulan ilişki eserleri ciddiye almakla mümkündür. Valéry’nin bahsettiği kehanetten kurtulabilmek, yani müzenin eserleri fetişleştirdiği görüşünü kırmak için kişi, müze girişinde bastonunu ve şemsiyesini bırakarak sadece iki ya da üç resmi seçmeli ve böylece kendini sakınmalıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder