16 Haziran 2010 Çarşamba

WALTER BENJAMIN Pasajlar, Tekniğin olanaklarıyla yeniden üretilebildiği çağda sanat yapıtı

Aristokrasinin yok olmaya başladığı ve eş zamanlı olarak burjuvazinin yükseldiği, her şeyin hesaplanabilir yani parayla ölçülebildiği, tarihsel ilerleme fikrine olan inancın arttığı, bilim ve teknolojinin yararlı sonuçlarına mutlak bir güvenin olduğu modern dünyada, Marx kapitalist üretim biçiminin çözümlemesine giriştiğinde öngördüğü şey, proletaryanın daha sert biçimde sömürülmesi ve bunun yanı sıra kendisini ortadan kaldıracak koşulları oluşturmasıydı. Dolayısıyla, Walter Benjamin de bu öngörüden yola çıkarak, tekniğin olanaklarıyla sanat eserlerinin yeniden üretilmesini yani çoğullaşmasını sağlayarak, toplumun demokratikleşmesi fikrini ele alıyor bu makalesinde.

Aslında sanat yapıtı, her zaman yeniden- üretilebilir olmuştur. Ancak bu üretme hiçbir zaman teknik aracılığıyla değil, eserlerin kazanç uğruna sonradan çalışmaları olmuştur. Yeni gelişen bu yeniden-üretilebilirlik kavramının göz ardı ettiği durum, sanat eserinin ‘şimdi’ ve ‘buradalığı’dır. Sanat yapıtı yaratılmaya başlandığı andan itibaren etkisi altına girdiği öğe, aslında sanat yapıtının kendisi olan ‘buradalığı’dır. Yani onun biricikliği bu öğede barınır. Aynı zamanda, eserin ‘buradalığı’ hakikilik kavramını oluşturur. Hakikilik, teknik yolla gerçekleştirilen yeniden-üretimin bütünüyle dışında kalır. Nedenlerine baktığımızda, hakikilik doğrusal olarak insan algısıyla alakalıdır, dolayısıyla teknik yolla elde edilen ya da ön plana çıkarılan / sunulan şey insan algısının dışında olabilir. Ayrıca, eser kendi bağlamından koparıldığı anda hakikiliğini kaybeder. Katedraldeki resmin stüdyoda sergilenmesinin aynı etkiyi yaratamaması buna bir örnektir. Üçüncü olarak da, yapıt teknik yolla yeniden üretildiğinde, varlığında kaybolan şey onun ‘aura’sı yani kendi atmosferidir. Yeniden üretilme, eserin sayıca çoğalmasını ve aynı zamanda alımlayıcının eserle dilediği ortamda ilişki kurmasına olanak vermiştir. Bunun en iyi örneklerinden bir tanesi de tabii ki sinemadır. Sinemanın toplumsal önemini, en olumlu yönleriyle bile ele aldığımızda, bu yıkıcı ve arındırıcı tutumunu göz ardı edemeyiz. Dolayısıyla, en son kertede sanatın üretimindeki hakikilik ölçütünün iflasıyla birlikte, sanatın toplumsal işlevi de değişmiştir. Sanatın kutsal törenden temellenmesinin yerini, sanatın politika temeline oturtulması almıştır. Daha da önemlisi, bu yeniden-üretilebilirlik, yeniden-üretilen sanat yapıtının gittikçe artan ölçüde yeniden üretilmesi hedeflenen bir sanat yapıtının yeniden–üretim’i olmaktadır.

Sanat yapıtının teknik yoldan yeniden-üretiminin çeşitli yöntemleriyle birlikte, sergilenebilirliği de o denli dev boyutlar kazanmıştır. Sanat yapıtının alımlanması, temel olarak iki yolla olur. Birincisi, sanatsal üretimin kült değeridir. Burada, amaç yapıtın daha çok alımlayıcı tarafından görülmesi değil, onun esas benliği yani var olmasıdır. Temel olarak Valery’nin düşüncesi de bu durumu desteklemektedir. İkincisinde ise, sergilenebilirlik çok daha geniş boyutlarda ve medyumlarda olabilir. Yani, yapıtların ‘yer’i ile onların sergilenebilirliği arasında bir ilişki bulunur. Katedraldeki bir mozayik ile bir tablonun sergilenebilirliği aynı değildir. Burada öne çıkan kavram eserin mobilitesidir. Sinema, fotoğraf ve resim gibi sanat dallarının sergilenebilirliği daha yaygın olabilirken, heykel ve mimarlık, yapı olarak, aynı oranda sergilenemez.

Fotoğraf alanında sergileme değeri, kült değerini bütünüyle geri plana itmeye koyulmuştur. Ancak, bu değer son bir kez daha insan portresinin fotoğraflanmasıyla karşımıza çıkar. İnsan figürüyle asıl kastedilen şey, insanın yüzüdür. Çünkü, yüz insanın tüm duygularının yani insan ‘o anı’nın bir göstergesi ve onun ‘buradalığı’dır. Dolayısıyla, yeniden-üretilebilirlik konusunda ‘o an’ bir daha hiç yakalanamayacak ya da bağlam olarak yakalansa bile ifade aynı yani ‘o an’daki gibi olmayacaktır.

Sahne sanatçısının sanatsal edimi, izleyiciye doğrudan ve kendi üzerinden iletilirken, sinemada bu edim bir aygıt, kamera, yoluyla iletilir. Dolayısıyla, izleyici edime tiyatrodaki gibi bir bütünsellik içerisinde saygı göstermez ve sinemada bütünselliğin birçok sahne çekimlerinin ardışık düzene göre montajlanmasıyla oluştuğunu bilir. Dolayısıyla, sinemada esas verilmek isteneni oyuncu rolü üzerinden değil, montajcı sahne sekanslarına göre belirler. Yani, izleyici ile oyuncu arasındaki mesafe ve etkileşimin olmaması, izleyicinin oyuncuyla özdeşleşmesinin tek yolunu onun aygıtla özdeşleşmesinde bulur. Benzer şekilde, oyuncu da oyununu izleyici önünde değil, aygıt önünde oynamaktadır. Sonuç olarak, oyuncu kendi kişiliğinden tamamen sıyrılıp, sırf o perdede var olmak adına sanki bir gölge olur ve sadece çekim anı için var olur. Yani, oyuncu ilk kez kişiliğin aurasından vazgeçerek etkin olma zorunluluğuyla karşılaşmasıdır. Aynı zamanda, sinemada oyuncunun aygıt önünde iken, her zaman izlerçevre tarafından eleştirileceği bilinci, onun sinema pazarında var olma ve devamlılık endişelerinden dolayı, kendini tamamiyle bu pazara adamasıyla sonuç bulur. Dolayısıyla, kendisi için üretilen ve dikte edilen edim oyuncuya fabrikada satılan bir mal kadar uzaklıktadır. Bu da, sinemada auranın kaybolmasına, personaliteyi de stüdyo dışında yapay yoldan kurarak yanıt verir. Kapital tarafından desteklenen star kültü de, kişiliğin çoktandır ancak bu kişiliğin mal karakteri içerisinde varlığını sürdürebilen büyüsünü konserve eder.

Yapıtın ‘o an’ı ve ‘buradalığı’ onun atmosferi yani aurasıdır. Bu konuda birbirinden ayrılan iki sanat dalı sinema ve tiyatrodur. Tiyatro, izleyici ile arasına mesafe koyan, etkileşimle beslenen, belli bir yerde yani sahnede sergilenen ve doğaçlamaya açık olan, ve yeniden-üretilebilirliği konusunda hep ‘o an’ı yaşayan, orijinali bulunmayan ve her defasında farklı olan bir sanat dalıdır. Ancak, yeniden-üretilebilirlik anlamında sinema, tek orijinal kopyadan çoğaltılan, birbirine eş, izleyici ile arasındaki mesafeyi ve sergilenme ortamını izleyicinin belirlediği, onunla etkileşime kapalı, her gösteriminde farklı üretkenlikleri desteklemeyen yani üretim aşamasından sonra hiçbir şeklide müdahale edilemeyen bir sanat dalıdır.

Dolayısıyla, Benjamin’in sosyal demokratikleşme ve herkes tarafından ulaşılabilirlik meselesi, sinemanın olumlu amaçlar için kullanılmasıyla beraber anlamını bulur. Ancak, yine yukarı da saydığım özelliklerinden ötürü, politikayı estetize etmek amaçlı gelişen Faşist kitleler, sinemayı kullanarak kendi diktatör rejimlerinin üretimi olan eserlerin tekniğin olanaklarıyla yeniden-üretilebilirliği konusunda ısrarlı davranmaktadırlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder